Balkon / Hasan Ali Toptaş
Bir kuşluk vakti, balkonda oturuyorduk. Sen maviler giymiştin, omuzlarından dökülen saçların usul usul uçuşuyordu. Yüzüme bakıyordun ikide bir, derime sinen geldiğim yeri arıyordun belki; ellerimin nasıl el olduğunu, kirpiklerimin nereye doğru kıvrıldığını öğrenmek istiyordun.
Bense, büyümelerinden korkarak gözlerimi kapatmıştım. Büyürlerse onlarla birlikte ben de büyüyecektim sanki. Sonra da, dedelerimden kalan kelepçe ürpertisi bileklerimde ışıldamaya başlayacak, ruhuma karışan zincirlenmiş köpek ruhu zincir şakırtılarını işittikçe vahşileşecek, çobansı yanımdan yanık kaval sesleri yükselecek, ninemin erkek gölgesinde kuraklaşan gözleri gelip gözlerimden dışarı bakacak ve sesime yüreğimdeki bozkırın sessizliği karışacaktı.
O gün, Tanrı’nın kendine sorduğu en zor bilmeceydin sen ve ben, çözmek bana düşmüş gibi sevinçliydim. Çekirdek çıtırtılarıyla kırmızı iğde kabukları arasında kaybolamayacak kadar güzel ellerin vardı, parmakların her yana dağılan sorulardı ve küçük değişiklerle süslenemeyecek kadar büyüktün.
Piknik tüpünün üstündeki çaydanlık fısıl fısıl kaynamaya başladığında, caddeden tank homurtularıyla trompet sesleri geliyordu. Hatırlarsın, davul gümbürtülerini işitmiştik daha sonra; göğüs kafesimizin altında bir yerler zangırdarken, Egeli zeybeklerin hayata meydan okuyan geniş figürlerini düşlemiştik. Ardından da, seslerle birlikte pul pul cadde görüntüleri uçuşmuştu üstümüze, kulaklarımıza doluşarak caddeyi gözkapaklarımızın içinden geçirmişlerdi. Pencerelerde, balkonlarda ve teraslarda olup bitenleri izleyen ve renkleri sık sık değişip dalgalanan insan salkımları vardı o sırada. Bando takımının arkasından, kuyruklarına kırmızı kurdele bağlanan, yeleleri boncuklu atlar yürüyordu. İri gözleri ufuksuzdu hepsinin, üşengeçtiler ve tarih kitaplarından şahlanarak çocukluğumuzu alıp cepheden cepheye gezdiren o anlı şanlı atlara hiç benzemiyorlardı. Sırtlarında, madalyalarının ağırlığından mı, yoksa hatıralarının yorgunluğundan mı ikiye büküldükleri anlaşılamayan ak sakallı gaziler oturuyordu. Yinelene yinelene gevşeyen selamlama biçimleri, barut kokusunu unutan kalpakları ve karıncalanmış mavzerleriyle birlikte bu gaziler öylesine cansız bir tören havası yaratmışlardı ki, neredeyse kafalardaki “kuvvayı milliye” imgesini silip süpüreceklerdi.
Gözlerimi açtığımda, sen dizlerimin dibinde karmakarışık bir bilmeceydin hâlâ ve hiç kuşkusuz, kendi güzelliğinin içinde yüzüyordun. Aşağıdaki trompet sesleri bir masal uzaklığının gerisine çekilmişti artık; tanklar öldürme, kurtulma, sevme ve ezilme duygularının üzerinden geçmiş, sonra vergi memuruyla polis korkusu yüzünden daralan matbaa kapılarına doğru yürümüş, sonra da kurşun harflerin kanına karışarak kitap sayfalarına girmişlerdi. Gene de, geçtikleri caddenin vitrinlerinde temizlikçi çocukların silemeyeceği görüntü artıkları bırakmışlardı. O görüntü artıklarının gölgesinde dikilecekti artık gömlekler, kunduracıların alnı o görüntülerin gölgesinde daha hızlı kırışacak, oymacıların benzi daha derin solacak ve berberlerin elleri zamanından önce titremeye başlayacaktı. Belki, o günden sonra söylenecek her şarkıda birkaç notanın tadını kaçıracaktı gökyüzüne asılıp kalan tank homurtuları. Paletlerin dönüşü, mimarların merdiven çizimlerine bulaşacaktı.
Çayımız demlenmiş ve sen bardakları doldurmaya başlamıştın. Uçuşan buharlar ellerini örtmüştü. O sırada, ötüşlerinin yarısını balkonumuza, yarısını tankların üstüne döken kuşlar geçiyordu çay tepsisinin ışıltılı gümüşünden. Çevredeki apartmanlara, caddelere, ellere ve omuzlara yağan, kamyonların kasalarını, kapaksız mataraları, trompetlerin ağzını ve tüfek namlularını dolduran gökyüzü, her şeyi kucaklamaktan masmavi kesilmişti.
Balkondaki birlikteliğimiz ayrılığı besliyordu hiç kuşkusuz ve biz susuyorduk. Dalıp gitmeler, birbirimize doğru eriyip akarcasına gülümsemeler, kirpik düşürüp kaş kaldırmalar sözlerden daha anlamlıydı. Kuralsız bir tapınışı sürdürüyorduk belki; çağlar öncesiyle iletişimini koparmamış birkaç hücremizin ilkel sarhoşluğuna kapılmıştık. Mevleviler gibi dönüyorduk ya da; hem de öyle hızlı dönüyorduk ki, üçüncü bir göz baksa, durduğumuzu sanabilirdi. Kim bilir, istesek, zamanın dışına bile çıkabilirdik seninle; çünkü zaman tank paletlerine dolanmıştı o sırada, gazilerin göz çukurlarına birikmiş, balkonlardan sarkan kızların meme uçlarında pembeleşmiş, kaldırımlarda alkış tutanların karın gurultusuna dönüşmüştü. Belki de, atış menzilinin Ötesinde düşler kuran ve arkadaşlarıyla değil de düşleriyle birlikte yürüyen trompetçi bir askerin kirpik kırpımıydı zaman. O bunu bilmiyordu ama, et ve kemikti kendi gözünde; bozkırlara dönecekti bir gün, kulaklarını ot çıtırtılarıyla köpek havlamalarına yaslayacak ve belki de trompetini özleyecekti. Özleyince de, onun yerine başka şeyleri sevecekti neden sevdiğini bilmeden. Horozların ötüşünü sözgelimi, atların kişneyişini, ya da rüzgârların uğultusunu…
Çaylarımızı içmiş miydik o gün, bilmiyorum. Ben birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün ya da birkaç yıl sonra ayağa kalkmıştım. Gidiyordum. İçimde, bir bilmeceyi çözememiş olmanın sıkıntısı vardı. Balkondan salona, salondan antreye, kapıya ve merdivene yürüdüğümü hatırlayamıyorum şimdi. Yürümemişimdir belki, balkondan tek başıma, tıpkı bir kuş gibi uçup gitmişimdir. Göğün mavisine dönüşe dönüşe gözden yiterken, sen bakmışsındır arkamdan. Kim bilir, yokluğumla düşsel bir boyut kazanan çay bardağımı alıp tepsiye koyarken, belki nereye gitmiş olabileceğimi de düşünmüşsündür.
Ama, yalnızca balkondan değil, motor gürültüleriyle sağır, para hırsıyla kör, teknolojisiyle dilsiz olan ve kurtuluş törenlerine tutsak edilen o şehirden de gittim ben. Trompetçi askeri hatırlıyor musun? İşte onun düşlerindeyim şimdi. Uçsuz bucaksız bozkırlarda. Kulaklarımda çınlayan tank homurtularını, dudaklarımı yoklayan trompet ürpertilerini, adımlarıma sinen postalların ağırlığını ve bakışlarımı bulandıran mektupsuzluğu buralarda zaman zaman herkese anlatıyorum ama, o kuşluk vaktinden ve senden hiç söz etmiyorum. Gene de, içtiğim çaylara şeker diye kimi zaman bir çift balkon attığım oluyor.
Bir kuşluk vakti’ne gelince; o, odama astığım fotoğrafta öylece duruyor. En önde tank sürüsü var gene; gıcırdayan paletleri ve şahlanmış erkeklik organına benzeyen namlularıyla, fotoğrafa bakan herkesin üstüne doğru yürüyorlar. Tankların arkasında bando takımı var. Giysileri yıldan yıla soldu biraz. Bir zamanlar şehrin altını üstüne getiren sesleri de, artık kulak kepçelerimi bile dolduramıyor. Onların gerisinden atlar geliyor. Sırtlarında kimsecikler yok. Ak sakallı gaziler öldü çünkü; radyolardan ve televizyonlardan isimleri okundukça tek tek indiler atlarından, titreyerek fotoğrafın kenarına doğru yürüdüler, kalpaklarına sinen alkış seslerini ellerinin tersiyle sirktiler ve kayboldular. Bundan sonraki törenlerde, sanıyorum artık herkes başıboş yürüyen atlara bakarak onların sırtına düşsel gazier oturtmak zorunda.
Tankların, bando takımının ve atların arkasındaki apartmanların hepsi yerli yerinde duruyor fotoğrafta; değişen yalnızca sahipleri ve renkleri. Dedelerine, babalarına ve annelerine benzeyen insanlar sarkıyor pencerelerden. Balkonlardan da öyle.
O balkonlardan birinde sen varsın. Caddedeki bağırsak gurultusunu boğan ve giderek alışkanlığa dönüşen alkışlara aldırmadan, hâlâ çay dolduruyorsun bardaklara. Uçuşan buharlar ellerini silmiş zamanın gözlerinden. Bense, bando takımının İkinci sırasında, gözlerimi sana dikmiş, trompet üflüyorum.
(Ölü Zaman Gezginleri)
HASAN ALİ TOPTAŞ KİMDİR?
Öykü ve roman yazarı. 15 Ekim 1958, Çal / Denizli doğumlu. Balkan İlkokulu ve Balkan Ortaokulu ile Çal Lisesini (1975) bitirdi. Uşak Meslek Yüksekokulundaki öğrenimini (1978) yarım bıraktı. Çivril (1981-85) ve Sincan (1988-96) vergi dairelerinde çalıştı. 1996’dan itibaren Sincan Hazine Avukatlığında memur olarak görev yapıp emekliye (2005) ayrıldı. Çalışmalarını Ankara’da sürdürdü. Edebiyatçılar Derneği üyesidir.
İlk öyküsü “Bayram Şekeri”, 1983 yılında Denizli gazetesinde yer aldı. Diğer ürünlerini sonraki yıllarda Dönem, İmece, Temmuz, Varlık, Dönemeç, Eylül, İnsancıl, Yazıt, Yarın, Karşı Edebiyat, Kum, Lacivert, Milliyet Sanat ve Cumhuriyet Kitap vb. dergilerde yayımladı. Hasan Ali Toptaş hakkında, zamanların iç içe geçtiği, düşle gerçeğin birbirine karıştığı, bilincin farkına bile varılamamış parçalanmışlığının resmedildiği çok katmanlı -ama hikâyesiz- metinleri ve büyülü diliyle, döneminin yazarları içinde en özgün ve önemli yazarlarından biri olduğunu değerlendirmesi yapıldı.
Toptaş, 1992 yılında Sonsuzluğa “Nokta” adlı eseriyle Kültür Bakanlığı Roman Ödülünde mansiyon ve “Ölü Zaman Gezginleri” adlı kitabıyla Çankaya Belediyesi – Damar Dergisi Öykü Birincilik Ödülünü, 1994 yılında “Gölgesizler” ile Yunus Nadi Roman Ödülünü kazandı. 1999’da “Bin Hüzünlü Haz” ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü, “Uykuların Doğusu” ile 2006 Orhan Kemal Roman Armağanını aldı.
“Hasan Ali Toptaş’ın yalnızca genç edebiyatımızın sınırları içinde değerlendirilmesi doğru değil. Ayrıksı bir yaratıcılığın sahibi Toptaş. İnsanın yaşadığı yerle kurduğu ilişki içinde aldığı durumu acıtıcı bir etkiyle veriyor. Gerçekten yaşanabilir olanı olağandışından beslenerek verirken, gerçek ötesinde kurduğu dünyayı da gerçeğe dönüştürüyor.. Elbette bütün bunlara olanak veren benzersiz bir dil içinde… Hasan Ali Toptaş’ı içinden çıkaran kuşağın yakın gelecekte sorgulanabilir olmaktan çıkıp bütün bir edebiyatı sorgulamaya kalkışacağı, bunu hak edeceği öngörüsü de bu arada yapılabilir mi?” (Semih Gümüş)
“Dili kullanırken kendine son derece güvenen Hasan Ali Toptaş bu güveni Bin Hüzünlü Haz’da doruklaştırıyor. Romanımız boyunca bugünün gerçeklerinden dünün mistisizmine, dünden yarının çözümlenmemiş dokularına bir yolculuk yapabilmek için yazarın olduğu kadar okurun da kendine güvenmesi gerekiyor. Bu nedenle de sıradan, ucuz bir dille popülaritenin içine çekilen günümüz okuruna da pek pirim vermiyor. Toptaş’ın önemli kaygılarından biridir ticari bir dil yerine, çözümleyici, eleştirici, üretici bir edebî dili kullanması.” (Aydın Şimşek)
“Asaletli cümlelerine kör bir kuyuyu ya da sonu görünmeyen bir uçurumu doldururcasına hayal yükleyen Toptaş acıyı, düş kırıklığını, şüpheyi, hüznü, düş içerisinde uyanışı içimize kazıyor öykülerinde. Daha düşlenecek çok şey olduğunu fısıldıyor ölü zamanın gezginleri.” (Erkan Dilek)
“Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler’i, insanoğlunun bir türlü anlamlandıramadığı, adlandıramadığı ve elbette ki anlayamadığı gerçeklik ya da hayatın biraz daha anlaşılır kılınmaya çalışılmasının romanı ve yarattığı gerçeklik tartışmasıyla Türk romanında bir ilk; bu tartışmayı, birçok bakımdan absürd sayılabilecek köy gibi bir mekânda ve köylü tipler aracılığıyla iletmeye çalışması ise sadece Hasan Ali Toptaş’a özgü niteliğiyle gerçek bir başarı…” (Bedirhan Toprak)
ESERLERİ:
ÖYKÜ: Bir Gülüşün Kimliği (1987), Yoklar Fısıltısı (1990), Ölü Zaman Gezginleri (1991), Absürd Öyküler (Metin
Kaçan, Aslı Erdoğan ile, 2003), Geçmiş Şimdi Gelecek (2016), Gecenin Gecesi (2017).
ROMAN: Sonsuzluğa Nokta (1993), Gölgesizler (1995), Kayıp Hayaller Kitabı (1996), Bin Hüzünlü Haz (1998),
Uykuların Doğusu (2005), Heba (2013), Kuşlar Yasına Gider (2016).
ŞİİR: Yalnızlıklar (1993).
DENEME: Harfler ve Notalar (2007)
ÇOCUK ROMANI: Ben Bir Gürgen Dalıyım (2003).
KAYNAK: Yıldız Ecevit / Cumhuriyet Kitap (sayı: 342, 5.9.1998), Ayten Sönmez / Trompet Olmak İstiyorum! (Virgül, sayı: 22, Eylül 1999), Aydın Şimşek / Gerçek Bir Yalnızlık (Virgül, sayı. 20, Haziran 1999), Semih Gümüş / Yazının Cehennemine Yolculuk (Adam Sanat, Nisan 1999), Şükrü Erbaş / Romana ve Hayata Dair Bir Şair: Hasan Ali Toptaş – Gülay Talaslı / Kendini Yazacak Okurunu Arayan Roman: Bin Hüzünlü Haz – Prof. Dr. Yıldız Ecevit / 1996’da Yapılmış Bir Söyleşiden Kesitler: Aykırı Bir Trompet (Cumhuriyet Kitap, 27.5.1999), Eray Karınca / Senfonik Romanlar (Cumhuriyet Kitap, 17.2.2000), Bedirhan Toprak / Işığın Yeni Hızı… ya da Şairin Kehaneti! (Virgül, sayı: 35, Kasım 2000), Fethi Naci / Eleştiride Kırk Yıl, İbrahim Oluklu / Gerçekçilik Işığında, (Kitap Rehberi, Aralık 2001), Ölü Zaman Gezginleri / Hasan Ali Toptaş. (Cumhuriyet Kitap, 27.12.2001), Erkan Dilek / Düşlerin Gezgini (Virgül, sayı: 49, Mart 2002), Mine Söğüt / Hasan Ali Toptaş: “Yazdıklarım Gövdeme Yakın Olsun İstiyorum” (söyleşi, Kitap-lık, Şubat 2003), Hasan Ali Toptaş Bir Saklı Adam (hakkında dosya, Yom Sanat, sayı: 12, Mayıs-Haziran 2003), Mesut Varlık / Söyleşi (Derkenar, Kasım 2005), Necmiye Alpay / Radikal Kitap (2.12.2005), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Yayla Boztaş hanımefendiye teşekkürü borç biliyorum.Öykülerini Esinti’de okuyorum ve çok değer veriyorum.Başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.